Komşuluk

Komşularımıza karşı tatlı sözlü, güler yüzlü olmayı, onlarla karşılaştığımızda selamlaşmayı, büyüklerimize karşı saygılı olmayı, bizden büyüklerimizin davranışlarından örnek alarak öğrenirdik.
Komşularımızın nişan düğün törenlerinde üslerine, başlarına özen göstererek komşularına değer verdiklerini gözlemlerdik.
Başlarına bir felaket geldiğinde, koştuklarını, yanlarında olduklarını görürdük. En güzel öğretidir, güzellikleri gözlemlemek.
Ben şimdi size, kürsüye çıkmış gibi, komşuluk hakkında nutuk çekecek değilim elbette.
Kendi yaşanmışlıklarımdan söz edersem de bir kusur işlemem sanırım.
Çocukluğumuzda en çok duyduğumuz cümleydi “Komşu hakkı.”
Benim çocukluğumda, yaşadığım çevremde gelir kaynağı olarak fındık ön plandaydı. Evlerimizi çevreleyen bahçe dışında, tüm araziler fındık ağaçlarıyla doluydu. Bu nedenlerden dolayı, ilçemizin eski adı olan ‘Viçe’ Fındıklı olarak değiştirildi.
Yöremizde yağmur bir başlarsa, dinmek bilmez, Amazon yağmurlarını aratmayacak nitelikte yağardı. Yağmur bol yağınca da her türlü bitkinin diğer bölgelere göre, boyları uzun, gövdeleri de hayli kalın olurdu.
Komşularımızla fındık bahçelerimizle sınırdaştık. Ağaç gibi uzayıp dalları genişleyen fındık ağaçları, birbirimizin bahçelerine uzanırdı.
Hiç unutmam bir gün, annemle komşu bahçemizin sınırında fındık topluyorduk:
Başını fındık ağacına doğru kaldırdı: “komşu bahçenin fındık dalları bizim bahçeye geçmiş,” dedi. Komşu, fındık ağaçlarından düşen fındıkları topladı.” Bunlar komşumuzun fındıkları,” diyerek, topladığı fındıkları komşu bahçenin kenarına yığdı.
Benim durduğum bölgede de bizim fındık ağacının dalları, komşu bahçesine geçmişti ve ayağımın çevresinde biraz fazlaca fındıklar vardı:
“Şu gördüğün fındık fazlalığı da komşu bahçeden gelmiş. Fadime yengen kendi bahçesine düşen fındıkları bizim bahçeye koymuş,” dedi.
“Eee, sen az fındık koydun , Fadime yenge daha çok fındık dökmüş,” dedim.
Bizim avlu bahçemiz, köklerine fazla inek gübresi döktük, bizim fındıklar çok daha besili olduğundan üzerinde çok fındık var. Fadime yengenin evine uzak bir bahçe, fındık köklerine gübre dökemedi. O nedenle, üzerlerinde daha az fındık var, bizim bahçeye de az dökülmüş.
Senin anlayacağın, bizim hakkımız olan fındıklar bize gelmiş, onların hakkı olan fındıkları da onların bahçesine döktüm,” dedi.
Babaannemin fazlaca vakti vardı, hem yaşlılık yakalamış hem de hastalık yakasına yapışmıştı devamlı böyle konuları işlerdi.
“Komşunun ağacından meyveler yola düşse bile, alıp almayın hak altında kalırsınız,” derdi.
Günlerden bir gün, ilkokul çağlarındayım, annemlerin fındık topladıkları bahçeye ben de gitmek istedim. Daha fazla fındık toplayıp, harçlığımı katlamak istiyordum. Geçtiğim yolun sağ tarafında komşu bahçesi. Arazi meyilli, fındık ağacından dış kabukları ile fındıklar düşmüş kızgın güneş altında dış kabuğu içinde kavrulmuşlar. Etrafıma, sağıma, soluma iyice baktım, kimse yoktu. Yukarıya baktım :
“Allahı’ım sen de beni görme,” diyerek fındıkları topladım. Dış kabuğundan ayırdım. Dış kabuklarını attım., bir avucumu fındıklarla doldurdum. Birini dişimle kırdım, ağzıma attım. Bir tat yayıldı ağzıma, inanamazsınız. Tam yutacağım sırada içime bir korku girdi, avucumun içindeki fındıkları fırlattım. Boğazımdan inmesine müsaade etmeden biraz uzağımızda pınar suyuna kadar koştum. Buz gibi pınar suyundan ağzımı çalkalıyorum gargara yapıyorum canımı çıkardım. Annemlere de olayımı anlatamadım.
“Biz size ne tembih ediyoruz,” diye başlayacağını biliyordum.
Annemlerin fındık topladıkları tarlaya gittim, o gün hiç fındık toplamadım. Hangi ağaçtan kabuğu ile fındık düşmüş ve güneş vurmuşsa onlardan alıp kırıp yedim. Komşu bahçesinin fındığın tadını yakalayamadım.
Fındık ağaçlarına gelince de, her biri küçük ağaç boyları kadar olurlar, fakat ağaçlardan farkları da esnek oluşlarıdır. En tepesini eğseniz de uysal kuzular gibi eğilir ama kırılmazlar.
Ağustos ayı, hasat toplama ayımızdı. Hasat öncesi, fındık köklerinin çevresi, bahçenin tümü, kalın dikenli bitkilerle kaplanırdı. Hasat öncesi mutlaka erkek eliyle dikenlerin kesilmesi gerekirdi. Diken temizleme işi fazla erken olursa, filizler yeniden çıkar hiç temizlenmemiş duruma gelirdi. Bu nedenle, fındık toplama zamanına on beş gün kala temizlenmesi gerekirdi. Fındık bahçelerimiz fazla olduğundan gücü kuvveti yerinde olan işçiler tutmak zorundaydık.
İşçilerin bir bölümü, doğu illerimizden ya da komşu kasabamızın yüksek köylerinden gelenlerden olurdu.
Komşu kasabanın yüksek tepe köylerinden gelen ve fındık toplama döneminde bu tip işleri iyi başaran, aynı zamanda da espri kabiliyeti olan, Mahmut adında bir işçi tutardık.
Mahmut, nüktedan karakterinden ötürü, aileler tarafından paylaşılamayan işçilerdendi. Hemen hemen kasabamızın bütün köylerinde çalışırdı. Mahmut, kasabamızın çocuğu olmuş gibi her aile bireyi tarafından tanınırdı.
Mahmut bir kişi, herkes onu tanıyor, aynı zamanda, herkes tarafından ismi de biliniyor. Mahmut da herkesi tanıyor; ama kasaba halkı kalabalık, Mahmut’un göz aşinalığı var, ama isimlerini ezberlemesi zor, hangi köy, hangi aile, adı neydi, bir yaz sezonu boyunca çalıştığı dönem isimlerini öğrense bile, kışın köyüne gidince unutuyor.
Fındıklı Kasabası’nda Perşembe günleri pazar kurulur, tek caddeli kasabada, herkes birbiriyle karşılaşır. Mahmut da herkesle karşılaşır, herkes ona selem verir, o da herkesin selamını alır.
Genellikle, kasabada ilk selamlaşma:
“Ne haber?” Olarak olur, haliyle, Mahmut’a da sesleniş aynı olurdu.
“Ne haber Mahmut?”
“İyi haber, sizden ne haber?”
“Mahmut, beni tanıdın mı?”
“Ooo!
Tanımaz mıyım ?
Tanıdım.”
“Peki, ben kimim?”
Mahmut duraklar, sağ elinin işaret parmağını şakağına dayayarak düşünür gibi yapar:
“İşte, mesele de o!” derdi.
Bu espri, kasaba halkına Mahmut’tan kalma bir espridir. İnsanlar, zorlandıkları sorularda:
“İşte, mesele de o! derler.
Mahmut’un bizde çalıştığı dönemlerde, fındık bahçelerine gidip fındık toplamaya bayılırdık.
Bir bakmışsın fındık ağaçlarıyla konuşurken bulurduk.
Elleriyle fındık ağacının gövdesini tutar:
“Seni seni, hınzır, boyunu uzatmışsın, güneşi mi, yakalayacaktın?
En güzel fındıkları tepene toplamışsın. Ha bu gördüğün Mahmut var ya senin tepene kadar çıkar, tepeni aşağıya indirir.”
Bize de yan gözle bakar, onu izlediğimizden emin olursa iyice coşar, senaryosunu sürdürür:
“Hadi hadi Mahmut, öyle tırman ki şempanzeler seni kıskansınlar.”
Bir bakmışız, Mahmut fındık ağacının tepesinde, nağara atarak tepe ile birlikte ağacı eğer. En kaliteli fındıklar da ağaç tepelerinde olduğundan, hep birlikte hücum eder, toplamada yarışırdık.
Biz çocuklar olarak, topladığımız fındıklarımız ayrı olurdu. Harman yayıp kuruttuğumuz yerde bile arasına tahta koyarak ayırır, gelirleri de fındıklar satılınca, bizim olurdu. Bu nedenle herkesin sepeti ayrı olurdu. Ayrıca da erken sepetini dolduran, aile büyüklerinden “aferin” alırdı.
Küçük çocukların kendilerine özel, küçük sepetleri olurdu. Bir de fındık toplamada kullanılan heybe şeklinde omuzlarımıza astığımız aparatlar vardı, adına zembil denir.
Yapılışı:
Omuza asıp fındık topladığımız heybe şeklindeki aparat “zembil”, eli sanata yatkın aile büyükleri, babalar, dedeler tarafından yapılırdı.
Taze fındık ağacı filizlerini keserler, dizlerine koyarak dış kabuklarını uzunlamasına gövdesinden ayırır, uzun şeritler elde ederlerdi. Aşağı yukarı bir santimetre enindeki şeritlerden, hasır örgü yöntemi ile torba şeklinde örerlerdi. Omuza asılacak kalınca ipleri de bahçelerde yetiştirilen kendir bitkilerinden elde edilerek yapılırdı.
İşte, biz, omuzumuza astığımız zembillerle, fındıkları dallarından ya da yerden toplayıp önce zembilleri doldurur sonra da sepetlere boşaltırdık.
Fındık sepetleri de aynı yöntemlerle, biraz daha sağlamlaştırma adına ağacın kendi parçalarını, alt ve üst bölümlerinde kullanarak işlenirdi.
Bir de meyve toplama aparatımız olurdu. Esnek olmayan bir ağacın uzun dallarından elde edilirdi.
Kalın bölümü, elimizle kavradığımız taraf olurdu. İnce bölümünün sonuna serçe parmak kalınlığında çelik tel oval olarak yerleştirilir, armudu içine alıp sapını sıkıştıracağı gibi en uc kısmı sıkıştırılarak sivri bırakılırdı .Etrafına da doğal iplerle ağ örer gibi küçük bir torba örülürdü.
Zembil ve armut toplama aparatları, kışlık yiyeceklerin saklandığı yer olan serenderin dış köşesinde asılırdı.
Hangisi işinize yararsa onu alır kullanırdınız.
Armut ya da elma toplamada ikisine birden ihtiyaç duyulurdu. Ağacın tepesinde iken al da gel ile armutlar toplanır, zembile doldurur, ağacın çatalına astığınız zembile koyardınız. Zembil dolunca da iple aşağıya sarkıtır, aşağıdakiler, büyük sepetin içine boşaltırlardı.
Mahmut, yevmiye günlerini doldurup yevmiyesini aldıktan sonra da başka bir senaryo yazardı.
Önce bir gider gibi yapar, bir iki adım attıktan sonra, babama dönerdi:
“Ya Celal amca, sizi görmeden önce. Şu sizin evin önündeki armut ağacındaki armutlar, bana seslendiler. Ne dediler biliyor musun?”
“Bilmez olur muyum Mahmut, ben de duydum:
“ Mahmut yanımıza gelsin, bizi toplasın, bir sepet dolusu armutlar sizde kalsın. İkinci sepet dolusu armutları da kendi evine götürsün,” dediler.
Mahmut:
“İh huhuhu! “
Diyerek bir nağara atar, yankısı, karşı tepelere çarparak döner, serenderde asılan zembili de al da gel’ i de alır, dakikalar içinde, Mahmut’u ağacın tepesinde görürdük.
Mahmut’un istekleri, mevsimlere göre değişirdi.
O gün sıra armutlardaydı.
Bir de “Göz Hakkı” vardır.
Evinizde, sıra dışı bir şey pişirirken komşu gelir de görürse, göz hakkıdır der ya hemen ikram edersiniz ya da arkasından evine yollarsınız.
Trabzon Fatih İlkokulu’ nun Öğretmenler Osası’nda oturuyoruz. Söz döndü dolaştı Göz hakkı konuşmasına gelmişti. Her öğretmen arkadaş bir anısını anlatıyordu. Ülkü Türkmen öğretmen arkadaşımız da bir anısını anlatmıştı. Benim çok hoşuma gitmişti.
Ülkü Hanım’ı dinleyelim:
“Yeni mezun olunca, ilk yıllarımda köylerde çalıştım. Mecburi hizmetim bitince de şehir merkezine tayinim çıkmıştı. Şehrin köklü ailelerinin birinin çocuğunu ben okutuyordum.
Ailelerde genellikle Ramazan ayı başlamadan önce, yufka hamurları açılır açık ateş üzerinde saclarda yufkalar kurutulurdu.
Bir hafta sonu kapım çalındı, öğrencim Zeynep’i kapımda gördüm.
“ Öğretmenim, babaannem beni gönderdi, yarın bizim bahçede ramazan hazırlığı var, sizi de bahçeye bekliyor,” dedi.
Babaanneyi de bir gün Zeynep’le okula gelmiş tanışmıştım. Hanım ağa gibi bir kadın. Şehirde yeniyim, aile büyüklerinden gelen ilk teklif, gitmesem olmaz diye düşündüm. “Çocukları yedirir, eşime bırakır, gelirim”, dedim.
“ Hayır, öğretmenim, babaannem çocukları da getirsin, bahçede oynarlar. Bahçede hem ramazan hazırlığı yapacağız hem de öğlende kıymalı pide yapıp yiyeceğiz ona göre geç kalmasın diye de tembih etti,” dedi.
“Peki, Zeynep yarın falan saatte gel de evinize birlikte gideriz, hem de evinizin nerede olduğunu öğrenmiş olurum,” dedim.
Ertesi günü, Zeyneplerin evine gittik. Ben ev diyeyim de siz sakın ev sanmayın, Amerikan filmlerinde izlediğimiz malikane gibi. Çevresi iki insan boyunda kalın taş duvarlarla çevrili.
Kocaman demir kapıdan içeriye giriyorsunuz içinde yok yok. Su kuyularından tutun da asırlık ağaçlarından meyve ağaçlarına kadar her türlüsü var. Dört oğlu ve dört gelini ile aynı bahçeyi kullanıyorlar aile sitesi gibi.
En görkemli evde babaanne, küçük oğlu ile oturuyor, Zeynep de küçük oğlundan torunu.
Ben gidince bütün gelinler evlerden uzak piknik alanı gibi ağaçsız bölgede yufka açıyorlardı.
Babaanne de ara sıra gelip gelinleri yokluyor eksikleri kontrol ediyor, ne eksikse evden gönderiyor.
Kışlık yufkalar, açılıp sac üzerinde kurutuldu. Öğle yemeği vakti gelince de kıymalı pide pişirilmeye başlandı. Etrafa bir koku yayıldı, bir an önce sofraya otursak da yesek, iştahımız tavan durumda…
Bu arada bahçeyi çevreleyen duvar dışında, sokak çocuklarının futbol oynama gürültüleri geliyordu.
Nasıl olmuşsa çocuklar merak etmiş olmalılar, çocuğun birini duvar tepesinde izlerken bulduk.
Babaanne de gördü:
“Uy!
Uşak bakayı, uşak bakayi ,göz hakkı vardur.
Sofrayı kurmadan önce çocuklara da verelum.
Uşağum kaç kişisiniz,” dedi
Çocuk, dışarıda kaç kişi olduklarını söyledi.
“Çocuk başına ikişer tane kıymalı pide hazırlayın, onlar gençtirler, birer tane ile doymazlar,” diye de ilave etti babaanne.
Çarçabuk önce dışarıda, çocukların yiyecekleri kıymalar pişti, torbaya koydular, duvarın üzerinden bahçeyi gözetleyen çocuğa verdiler.
Bizler de hayli acıkmışız, sofra hazırlandı herkes, bir an önce midesini doyurmanın telaşında.
Açlık başımıza vurmuş, etrafı görmüyoruz.
Meğer dışarıdaki çocuklar, çarçabuk yemişler çocuk yine duvarın tepesinden izliyor.
Hepimiz, bir güzel pidelerimizi afiyetle yedik.
“Çocuk yeniden seslenmeye başladı:
“Teyzeler!
Teyzeler!
Ben gene bakayiirim!..”